Yaylalar, sadece Karadenizlilerin değil hepimizin elimizde kalan en önemli biyolojik rezerv alanları. Ancak yaylalar da artık çeşitli sebeplerle bir tehlike altında. Öncelikle araç yolları, kendi halindeki yaylaları artık geri dönülemez bir biçimde yapılaşmaya ve kalabalığa itti. 90’lı yılların ortasından itibaren özellikle Kaçkarlar’da araç yolu yapılmayan yayla kalmadı. Bununla beraber eski yayla zamanlarından huzur denilen durum da maalesef kalmadı. Bir taraftan yaylalara yol çıkarılmasıyla yeniden yapılan binalar, birer birer pansiyon ve kafeteryalara dönüştürülürken, diğer taraftan çöp dağları ve yığınları gelenler tarafından yaylaların ortasına öylece bırakılıyordu. Ticaretle beraber insanların hizmet almaya başlaması, yaylalara olan ilgiyi gittikçe arttırdı. Öyle ya, 2 binli metrelerde konaklamak, oralarda tertemiz havada dolaşmak, güzel yerel mutfak ürünlerini tüketmek kimin hoşuna gitmezdi ki? Kimisi seyahat acentelerinin düzenlediği konaklamalı programlarla yaylaları dolaşmayı tercih ederken, kimisi de “günübirlik” denilen, minibüslerin içine doluşmalı ve aslında pek de ne olduğu anlaşılmayan, gürültülü patırtılı bir hareketin içinde yaylalara gitmeyi uygun görü kendine. İkinci grupta yer alan turist grubu, maalesef yanlarında kendilerini yönlendiren bir kılavuz olmadığı için rastgele istedikleri yere girme hakkını kendilerinde gördü, etrafı çöplerle bezedi, yüksek sesle insanları ve rahatsız etmeye başladı.
KURALLARA UYMAYAN İNSANLAR
Yaylaların içinde belirli kurallar olmasına ve tabelalarla gelenler uyarılmasına rağmen, ısrarla bu kurallara uymayı reddeden insanlar, orada yaşayan insanları rahatsız etmeye kadar götürdü işi. Ola ki yayla içinden birisi, piknik ve mangal yapanları uyarmaya kalksa, çadırla ilgili bir şey söyleyecek olsa, “ Burası babanızın malı değil, devletin yeri, istediğimizi yaparız” çıkışlarıyla, oradaki insanları rahatsız etmeye devam etti. Sonra da yetmiyormuş gibi, “İşte bunlar burada ticaret yapıyor, istiyorlar ki sadece kendi mekanlarında yiyelim içelim…O nedenle bize kötü davranıyorlar” diye de temellendirmeye çalıştılar itirazlarını, bunları bir de sosyal medyada paylaşarak, gittikleri yaylaları ve insanlarını kötüleyerek yapmayı tercih ettiler. Sonuç, gelenlerle kalanlar arasında bir soğuk savaşın başlamasına sebep oldu.
ÇÖPLÜĞE DÖNDÜ
Öncelikle, Pokut ve Sal gibi iki önemli yerleşkenin durumundan başlayalım. Pokut ve Sal’da işletme yapan insanlar var elbette ama hiçbirinin derdi gelip mekânlarında kalınması ya da yenilip içilmesi değil. Hayvanların rahatsız edilmemesi, etrafa çöp atılmaması, evlerin önüne gelişigüzel gidilip piknik yapılmaması, ateş yakılmaması ve rastgele çadır kurulmaması. Bir de tabii drone uçuranlar var. Drone hayvanları ürküttüğü için istenmeyen hareketler arasında. Eğer buraya gelenler, Yaylalıların ve orada yaşayan insanların kurallarına uyarlarsa, herhangi bir problem yaşamayacaklar ama ısrarla bunu sürdürmek isteyenler, kendilerini dokunulmaz zannederek, yerli insanlara saldırıyorlar.
KENDİ YERLERİNDE YABANCI OLDULAR
Burada koskoca bir Ayder deneyimi yaşandı ve insanlar kendi yerlerinde nasıl yabancı olunuru gördü, o nedenle ihtiyatla yaklaşmaları gayet normal. Ve tabii bir de buralar babanızın malı mı diye üsteleyenler var, izah etmek gerekirse: “ Pokut Yaylası Makrevis, Ortan ve Pogina köylülerinin ortaklaşa kullandığı, 2100 metre yükseklikte bir yayla. Biz de yaylada bulunan evimize ulaşmak için sabah erkenden yola çıkardık. Çünkü yaylada elektrik olmadığından gündüz gözüyle her şey ayarlanmak durumundaydı. Sabahın mahmurluğunda ilk etapta zor olsa da belli bir mesafe kat ettikten sonra şölene dönüşen yolculuğun en güzel taraflarından biri buz gibi pınarların yanı başında mola verip, evde hazırlanan kumanyayı tüketmek olurdu. Genellikle sabah pişirildiği için sonradan buz gibi olan yumurta, domates, salatalık, ekmek bazı yolcularda da karalâhana sarması bu çeşitlemeyi tamamlardı. Bu tadını başka hiçbir şeyde bulamadığımız yemek ritüelinden sonra yollara koyulurduk. Asırlık çam ve gürgen ağaçlarının arasından yukarılara doğru tırmanmak zor olsa da yer yer düzleşen orman patikaları bir nebze olsun yorgunluğumuzu atardı. Bu yolculuğun bittiğinin işareti Pokut’a artık yarım saat mesafedeki Pilunçut Hanı’na ulaşmamızdı. Pilunçut Hanı, çok eskilerden kalma ve bir zamanlar neredeyse Palovit Vadisi’ndeki yaylalara giden 20’ye yakın köyün uğradığı bir yolgeçen hanıydı. Orada içilen çayları bugün hala sevgiyle ananlar var. Pilunçut’a vardığımızda artık dizlerimizin bağı çözülmüş olur ancak bir sonraki tepenin ardından yaylamıza kavuşacağımızı bilerek adımlarımızı hızlandırırdık. Pilunçut düzlüğünü geçtikten sonra sağ tarafta kalan Sal Yaylası’nı doyasıya izler, kendi yaylamız olan Pokut’a doğru yol alırdık.”
DERDİM İNSANLARIN GELMESİ DEĞİL
Ben ve benim gibi binlerce insan bu geleneksel yaşamı; atalarımızın bize bıraktığı haliyle yaşamaya çalıştık. Ancak o zamanlar yüksek sesle itiraz ettiğimiz yolların yapılmasıyla, o geleneğin biteceğini biliyorduk, bitti de. Şimdi kavga ve gürültü ile bir hayatın devam ettirilmesini sağlamaya çalışıyoruz. Sözgelimi turizmle uğraşan ve çocukluğunu burada yaşamış ben bile, artık coğrafyanın bu denli kalabalıklaşıp, kirletilmesine isyan ediyorum. Her şeyin para kazanmak olmadığını, buraların bir hayat özü olduğunu, belirli kurallar dâhilinde ve çok kirletilmeden gezilebileceğini anlatmaya çalışıyorum. Derdim, insanların gelmesi değil, insanların gittikleri yere dair bilgi sahibi olarak gitmesi, sadece burası için de değil üstelik memlekette nereye gidiyorlarsa. Yoksa Kaçkarlar’da onlarca boş tepe var, atalarımız bu artı değeri yaratmasa, adına Pokut demese, bu hayatı kurmasa, kim gelecekti buralara?
Yurtdışında onlarca örneği bulunan muadili yerlerin gözleri gibi korunduğunu görünce, insan memleketi adına hayıflanıyor ve üzülüyor. Çok mu zor, severek korumak?